Nisan 23, 2014

Sen Kimsin? Sen O Musun?

Schopenhauer, insanın kaderinin tayinini 3 temele dayandırır; bir insanın ne olduğu, bir insanın neye sahip olduğu ve bir insanın neyin temsilcisi olduğu'dur bunlar.
İnsanın ne olduğu: Yani kişiliği, karakteri, güç-kuvvet, huy, zeka, yetişme şekli vb...
İnsanın neye sahip olduğu: Yani sahip olduğu mal ve mülk.
Ve insanın neyin temsilcisi olduğu: Yani o kişinin, başkalarının düşüncesine göre nasıl algılanıp, tanımlandığı. Saygınlığı, rübesi ve şanı...
Mert Bey'in hikayesini alatmaya, bu önbilgiyi vererek başlamayı doğru buldum, çünkü belki de Schopehauer'i hiç okumayan, belki de adını dahi duymayan Mert Bey'in 3. maddeyi ne kadar da yararlı bir şekilde içselleştirebildiğini görmenizi istiyorum.
Şimdi, yolun karşısından iki adam geldiğini düşünün. Bu adamlardan birinin savcı, diğerinin ise bir işsiz olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte karşıdan gelen adamların dış görünüşlerinden bahsetmek de gerekirse, birisi kesinlikte 'janti' tabirini kullanabileceğim fiyakada, üzerine 'cuk' oturmuş diyebileceğim fitlikte bir takım elbise giymiş ve kıravatıyla, ceketinin cebinden gözüken mendilinin renklerini  birbirine güzel uydurmuş, tozsuz ayakkabısı az önce bir ayakkabı boyacısına 20 lira kaptırdığını işaret eder temizlikte ve kahvaltıdan sonra berbere uğradığını iddia eden pembe, tüysüz elmacık kemiklerine sahip. Diğeri ise, paçaları iki kez katlanmış, hatta bazı zamanlar üç kere katlandığı paçadaki izlerden belli olan, kendisine iki beden büyük olduğunu, giydiği kemerin pantolonu toplaması sonrası dikişlerinin gelmesi gereken yerlerinin tutarsızlaşmasıyla fark ettiğimiz bir kadife pantolonun üzerine,  gömlek-baklava desenli üçgen yaka kombini yapmış ve eve gidince kazakla gömleği bile tek tek çıkarmaya üşendiğinden, gömleğin üstten 2 düğmesini açıp, kazakla birlikte çıkarıp, yine giymesi gerektiği zaman da gömleği hiç kazağın içinden çıkarmadan aynı anda ikisini birden giyen ve bu kolaycılık sonrası sünen kazağın bel kısmından gözüken bolluğuyla birlikte, lastik kısmı da bolardığı için aşşağı kısmı komple dalga dalga olan bir görüntü kirliliğiyle arzı endam etmekte; giyim sektörünü bedene bir estetik katmak yerine, vücudu kamufle etmek için kullanan bu insanoğlu, yüzü için de kendisinden bekleneni yapmakta ve saçları ile sakallarının uzadıkça yüzünü daha fazla kamufle edeceğini fark etmenin hazzını ve bu hazzı yaşamak için kılını kıpırdatmasının gerekmeyişinin tatminini aynı anda yaşıyor ve tın tın yürüyor.
Bu ikiliden takım elbiseli olan beyefendi, savcı olduğunu iddia etse, herhangi bir soru işareti belirir mi aklımızda? Gerçekten şüpheciliğimizi harekete geçirir mi bu beyan? Peki kadife pantolonlu beyefendi, böyle bir iddianın peşinde olsa, içimizden bir 'hastır lan!' çekmez miyiz? En azından bir kimlik görmek isteyecek kadar şüpheci davranmaz mıyız?
İşte Mert Bey, Schopenhauer okumamış olsa da, insanlarının ne olduğuna kişinin kendisinden ziyade, kişiyi izleyenlerin karar verebildiğini ve bu kararı manipüle etmenin de çok kolay olduğunu özümsemiş bir insan. Ve kendisi şu an her zamanki gibi, ütülü, vücudu için yapılmış olan kıyafetleri, günlük sakal tıraşı, bakımlı saçları ve günlük temizlenmiş ayakkabılarıyla hazırlığını tamamlamak üzereydi. O hazırlanadursun, biz ise sol görüşlü insanların neden eğitimci ve sanatçı olduğu konusunda bir beyin açma seansına başlayalım. Bunun cevabı sanıyorum gayet açık, kadife pantolonlu beyefendinin özgürlüğüne sahip olma lüksüdür. Kendisinin farkında, bu nedenle elalem ne der umursamayan, paranın köpeği olmamış, bu nedenle aza tamah edebilen, hayatını yaşayıp, hayatını sonlandıran, çevresindeki insanların hayatına karışmayı makul bulmayan, ufak bir yaşam. Herkesin heveslendiğini varsaydığım bir 70 yıl. Sağ görüşlü insanların ise, savcı, hakim, belediye başkanı, kamu yöneticisi, devlet adamı olmasına göz atalım bir de... Dış görünüş konusunda toplumun değer yargıların dışına çıkmayı doğru bulmayan bir gelenekçiliğe sahip, para kazanmanın, güç-makam-saygı da kazanmak olduğunun illüzyonu ile büyütülmüş, bu nedenle hep daha fazlasını isteyebilen, hayatı yaşarken kendine vatanperverlik-bayrak-din gibi kutsallar seçtiğinden çevresindeki herkesin yaşayışı hakkında söz söyleme yetkisini kendisinde görmeyi seçebilmiş bir yaşam. Dünyanın neden kaybetmeye mahkum olduğunu anladınız mı şimdi? Aydınlar diyebileceğimiz kesimin bencilliği ve umursamazlığını, bununla birlikte çok özür dileyerek söylüyorum sike sürülcek aklı olmayan insanların nasıl da büyük düşünüp toplumu domine ettiğini görebiliyor musunuz?
Belki de göremiyorsunuz... ama şu an Mert Bey'i görmenizi isterdim. Gerçekten yakışıklı, genç bir adam.  Evden çıkıp, gitmesi gereken yere gitmek için harekete geçti bile. Bazı ufak detayları unutmak insanın canını çıkar, mesela kapıyı kapatıp, asansör ile aşağı inerken,  tırnaklarını kesmeyi unuttuğunu fark etmek... Parfüm sıkmayı unuttuğunu algılamak... Geçen sefer cüzdanınızı yanınıza almadığınız ve farklı bir pantolon giydiğiniz için kimliğinizin şu an o pantolonuzun arka cebinde, yanınızdaki cüzdanın içinde olmadığını görmek... gibi. Mert Bey'inki, onun için çok da can sıkıcı olmayan bir unutuydu, parfüm sıkmayı unutmak.
Caddeye çıktı ve gideceği yerin güzergahında olmayan ama gitmesi gereken çakma parfümcüye doğru yol almaya başladı. Bazı insanlar vardır, jantiliği üzerlerinde sadece hafta sonları ya da bayramlarda filan taşıyabilecek kişiliktedirler, haftanın her günü, o yükü taşımayı göze alamazlar bile. Bu nedenle aynada, yansımalarda, camekanlarda gördükleri kişiye bir yabancıymış gibi ilgi duyarlar. Normalden daha fazla tuvalete giderler, en ufak bir yansımanın gözlemini yaparlar ve sürekli olarak bu yabacının diğer insanların ne kadar ilgisini çekiyor olduğuyla ilgilenip dururlar. Mert Bey elbette ki, janti doğmamışsa bile -ki doğmuş da olabilir-, janti olmuş bir insandır. Bakkala elbette eşortmanla gidilebilir ama aynaya bakılmayacak bir halde bulunmak için evde olmayı bahane etmek, hiçbir denklemde zaten makul değildir. Bu nedenle konu, 'onları ben de giysem...'den fazlasıdır.
Mert Bey'in, parfümcüye girip, istediği marka parfümün kokusunu sorup, eline aldığı parfümü önce eline sıkıp koklaması, ertesinde bütün vücuduna sıkıp, gerçekten bir şey deniyormuş gibi, bakışlarının boşlukta gezinen süreğenliğine satıcının da bir anlam vermesini algıladıktan sonra, 'cık'layıp ve 'Neyse, teşekkür ederim...' diyerek dışarı çıkmasının üzerinde çok durmayacağım.  Hatta hiç durmayacağım, çünkü şu an önünden geçtiği ve 100 metre öncesinde de bir benzerinin önünden geçtiği ve 100 metre sonra başka bir benzerinin önünden geçeceği butik marketlerin üzerinde durmak istiyorum. BİM, Şok, Dia, A101, UCZ... Carrefour Express, Migros Mjet; evet bir de bunlar var, dünyanın en büyük, en çok metrekareli mağazalarını açmaktan keyif alan, en büyük şirketler; aslında peynir, ekmek sattıklarını ve bunların günlük alındığını, günlük alınan bir ürün için insanların tatava yapmaya dev gibi avm'lere gelmiyeceğini geç de olsa anladılar ve hayatımıza butik market kavramını soktular, her şeyin butiği makbul farkındaysanız artık. Çünkü büyük paraları, büyük adamlar kazanıyor; küçük insanların, küçük paralarını kimin alacağı davası ise hala su götürür bir kavgayı beraberinde taşıyor gördüğünüz gibi. 'Küçük esnafı bitirdiler...' kısmında olmayı ise kendime zul addediyorum, keza elinde sigarası eksik olmayan, ufacık bakkalı da duman altı etmiş, dükkanındaki her ürünü sanki yıllardır el değmemiş gibi toz içinde olan bir bakkala girip, fiyatını sorduğum bir ürünün varlığından dahi haberdar olmadığı bakışlarından belli olan ve ürüne uzun uzun bakıp '5 lira!' diye sallayan bir kişiyi sırf küçük esnaf diye baş tacı etmeyeceğim, etmem de. Bütün bunlarla birlikte, satış stratejisini fakirin 1 lirasına göz dikerek ayarlayan; daha ucuz, en ucuz, çok ucuz, sudan ucuz taktiğiyle, kaliteyi, güzelliği, lezzeti komple kadro dışı bırakarak ve fakirin fakir kalmasından haz alarak, fakir parasıyla dev sermayeler yaratmanın çelişkisini görmezden gelerek oluşturulmuş imparatorluklar için söylenecek sözler de var...
Konuyu Starbucks'a nasıl getireceğimi, açık söyleyeyim bilmiyordum. Esasen konuyu Starbucks'a getireceğimi de bilmiyordum. Mert Bey'in sakince ilerleyerek, ortalama 10-15 kişiyi bulan alışveriş kuyruğuna girmeden geçmesiyle tuvalete gideceğini ben de tahmin ettim, lakin evden çıkmadan önce işediğini bildiğimden buna neden gerek duyduğunu anlayamadım. Şifreyi bilmiyor oluşuna aldırmayışındaki özgüveni görseniz gülümserdiniz, keza 15 kişilik kuyruğa haiz bir kafenin tuvaletinin boş olma ihtimalinin düşük olduğunu ve tam kapının önünde duruş pozisyonu alacağı sırada erkek tuvaletinin kapısının kilidinin oynamasıyla haklı çıkışını bir tek kendisi takdir edebiliyordu, bir de ben elbette. Starbucks'ları bilirsiniz; parayı verirsiniz, isminizi söylersiniz ve kasanın 3 metre kadar solunda isminize benzer bir ismin yazılı olduğu karton bardaktaki kahvenizi beklemeye başlar, o bekleme süresince de, birilerinin aldığı ama kimin aldığını kimsenin bilmediği Starbucks amblemli bardak ve termoslara bakar durursunuz, sonrasında kahvenizi alır yolunuza devam edersiniz... Mert Bey tam olarak böyle yapmadıysa da, bir yerde doğruyu yakaladığını söyleyebilirim. Tuvaletten çıktı, kasanın 3 metre yanındaki deskin orada çıkan ve bekleyen karton bardaklardaki kahvelerden birini aldı ve yoluna devam etti. Bir kişinin bile 'Acaba?' demediği, çok sıradan bir 'Kahvemi alıyorum, devam ediyorum...' anıydı diyebiliriz bu durum için. Starbucks amblemli bardaklara bakmayı abartmış birisi, bir dakika içinde gelip, kahvesinin çıkmadığını fişiyle kanıtlayacak ve rötarlı da olsa kahvesine kavuşacak ve bu yok olan kahvenin hesabı kimse tarafından kesinlikle sorgulanmayacak bile. Mert Bey, tarzı olmasa da karamelli bir lattenin ağzını tatlandıracağı konusunda iyi huylu bir iştaha sahipti kahvesinin ilk yudumunu dili yanarak almış olsa da. Bildiğiniz gibi karton bardakların, ağızlarını da kapattıklarından kahve geç soğuyor, hatta mübalağalı bir tabir de olsa soğumuyor diyedebiliriz. Bu hareketten yola çıkıp bir hırsızlık sorgulaması yapmamız ne kadar gerçekçi olur? Bu hareketin cezalandırma sisteminde nasıl bir bedeli olabilir? Adaletli olmadığını, makul olmadığını, toplum düzenini bozacağını biliyor olsam da, bu hareketi yapıyor olmanın cezayı bırak, ödüllendirilmesi gerektiğini düşünüyorum ister istemez. Bunu yapabiliyor olmayı ancak 'sanat' kelimesiyle açıklayabiliyorum ve saygı duymak zorunda hissediyorum. Evet, Mert Bey'i bir kazanan olarak tanımlamakta bir çekince görmüyorum ve her şeyin zıttıyla var olduğu bu dünyada, kazananın olduğu yerde kaybedenlerin de illaki olmak zorunda olduğunu ve bu kaybedenlerin, kaybedişlerine gerekçe olarak da kazanamayışlarını göstermek istiyorum biraz ahlaksızca olsa da...
Ve buradan Suç ve Ceza'nın baltalı katili Raskolnikov'un ahlak yasasına gidip, ufak bir seansa dahil olmayı kaçınılmaz bulduğumu, seansa başlayarak dillendirmek istiyorum. Bildiğiniz yada bilmediğiniz gibi Raskolnikov, bir kadını baltayla öldürüp, parasını almayı makul sayıyor. Raskolnikov bir cani değil; kadın yaşlı ve zengin, Raskolnikov genç ve fakir. Fakat Raskolnikov, konudan çok uzaklaşıp duruyor, birini öldürecek vasıfta olmadığıyla yüzleşiyor, fıtratında bunun olmadığını fark ediyor. Bu vasfı Napolyon'a atfediyor mesela, onun milyonlarca insan öldürmesinde beis görmüyor, bunun vicdan azabını ya da cezasını ona çektirmeyi bırak, böyle bir cezanın var olmadığını bile söylüyor. Ama bu vasfa sahip olmayıp, bunu çabalayana ise elinden gelen acıyı çektiriyor Raskolnikov ve kendisine de aynı cezayı ve acıyı uyguluyor. Balta, Raskolnikov ve Napolyon deyince sizin aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama benim aklıma bir Coen klasiği olan Fargo filmi geliyor. Tek derdi para olan, kendini Napolyon sanan, fakat Napolyon olmaktan çok uzak ve bunun bedelini ödeyecek bir adam. Napolyon olduğu her halinden belli olan, hobilerinden biri insan kanıyla karları kızıla boyamak olan bir üst insan ve bu üst insanın Raskolnikov'a selam çaktığı baltalı  müthiş sahnesi... Coen Kardeşler, belki de bu filmi yazarken, Suç ve Ceza referansı yaptıklarından haberdar bile değillerdi, ama gördüğünüz gibi ben yazımla onları, olduklarından daha fazla yücelttim. Ve aslında kendimi yücelttiğimi ve bunu, yanıma bir de tevazumu alarak yaptığımı hiçbiriniz anlamadınız...
Tesadüf bu ya, elindeki kahveyle D&R'a girip, kitap reyonlarını yavaşça gezen Mert Bey, az önce farkında değildi belki ama Suç ve Ceza'nın da önünden geçti ve kahvesini rafın üstüne bırakıp, yeni çıkanlardan bir kitabı kurcalamaya başladı. Birini bırakıp ötekisini alıyor, her kitaba ortalama 1-2 dakika vererek, daha fazlasını hak edip, etmediklerine karar veriyordu ve henüz hak edenine rastlamamıştı. Belanın sizi nerede ve ne zaman bulacağı kesinlikle belli olmaz. Bununla birlikte insanların üst-alt takıntısı vardır; zekanızla üstün geldiğiniz insanın, hürmet göstereni olduğu gibi bu zekayı yok etmek isteyeni de çoktur. Salt zeka üstünlüğü ile de açıklanmaz bu durum, ağzınıza gerek kalmayan üstünlükler de vardır dışavurulan, en güzel örnek içinse Mert Bey'e bakmanız yeterlidir. Kıskanarak, imrenerek ya da nefret ederek bakılabilir ancak Mert Bey'e. Ve yaşadığımız toplum gereği nefret eden sayısının fazlalığını bilmem, anlatmama gerek var mıdır?
Belanın sizi ne zaman ve nerede bulacağı belli olmaz dedik, Mert Bey'i de bela az önce, arkasından geçen 21-22 yaşlarındaki üç gençten birinin, bariz şekilde  söylediği 'Şeklini siktiğimin ibnesi...' cümlesine gizlenmiş vaziyette buldu, cümlenin ardından gelen kikirdemeyi geçiyorum elbette. Mert Bey, korkmadı, çekinmedi, esasen herhangi hiçbir duygusunu dışavurduğunu iddia edemem, döndü ve 'Bir şey mi dediniz?' diye sordu genç adama, bu sırada kitabı bırakıp, kahvesine uzanıyordu aynı zamanda. Bu kibarlıktan güç alan genç, 'Yaran mı var gocunuyon kardeş...' diyerek rezilce Mert Bey'in üzerine doğru yaklaştı. Mert Bey'in o bir kaç saniyelik bir an içinde kahvesinin kapağını açıp genç adamın suratını gelecek şekilde dökmesi ve kahvenin önce surata, sonra etrafa dağılması esnasında kirlenmekten imtina ettiği 1-2 saniyelik geri çekilmesiden sonra, yüksek ihtimalle ayakkabısını da kirletmek istemediğinden, ayakkabısının tabanıyla karşısında yüzünün yanıyor olduğu her haykırışından belli olan kişinin tam karnına gelecek şekilde sertçe yerleştirdi ve tekmenin etkisiyle sırt üstü yere düşen ve diğer iki arkadaşının tam olarak nereye gidip, nerede kaybolduğuna kimsenin yorum getiremeyeceği bu saniyelerin devamında Mert Bey, yerde yatan kişiye yaklaşarak son olarak ayakkabısının topuğunu, yerdekinin sağ bileğine doğru çok sertçe indirdi. Göz açıp kapayıncaya kadar diyebileceğimiz bir anda gerçekleşen bu olay sonrası, kitapçıların çalışanlarının araya girmesi ve o sıra yerde yatanın arkadaşlarının da sahneye girmesiyle açık söyleyeyim ortalık biraz şenlendi. Mert Bey, yine ifadesiz yüzünü bozmadan elini telefonuna attı ve telefonu görence 'Biz de adam çağırak lan!' diyen yancıların sesine cevap olarak sinirli bir ses tonuyla, 'Ne adamı gerizekalılar, polisi arıyorum, yaptıklarınızın bedelini ödemelisiniz.' dedi. Kitapçıda çalışanlardan birinin, eskaza 'Zaten çocuğu hastanelik eden sizsiniz...' demesi sonrası da, 'Ben avukatım beyefendi, bunlar da çocuk değil, erişkin insanlar, en azından ilk duruşmaya kadar hapiste tutmayı bilirim onları ve bu da yaptıklarının bedeli etmez bile...' şeklinde cümle kurması sonrası ortamdaki herkeste masumane bir 'Adam yapar valla...' duygusu oluştu birdenbire. Yerdeki arkadaşlarını kaldırmaya başarabilseler, buradan bir an önce uzaklaşmayı düşünen iki genç, sonunda arkadaşlarını da orada bırakıp topuklamayı makul buldular. Mert Bey çalan telefonuyla birlikte, iki gencin ardında kapıya doğru ilerlerken, kalabalığa 'Hemen geliyorum...' dedi ve kapıya çıktıktan sonra üzerine doğru gelen hoş bir kadınla karşılıklı sarıldı. 'Aaa iyi oldu, ben de bir kitaba bakıcaktım...' diyen kadına, 'Önce tuvalete gidelim mi canım, kitapçıda uzun zaman geçireceğimizi var sayıyorum...' diyerek istikameti başka yöne çevirdi ve ben, bu güzel çifti daha fazla takip etmek istemediğimden bulunduğum yerde durdum ve onlar da yavaşça kameranın odağında varlıklarını sürdürerek küçülmeye başladılar. Eğer gerçekten bir film çekiyor olsaydım, o kaçan iki genci Mert Bey'in peşinden baltayla kovalatmak için elimden gelen reaksiyonu gösterirdim, ama gördüğünüz gibi hikayemiz bitiyor ve şimdi birbirlerine sarılarak yürüyen bu iki güzel insanın kadrajımızdan çıkmadan, kadrajımızın onları bırakıp, yönünü başka hikayelere dönmesine izin verelim...

2 kişicik 'iyiki varsın Vodvil' didi.:

Adsız dedi ki...

şu koca internet aleminde sağlam kalan son kalelerimdensin vodvil.

Adsız dedi ki...

Harika

Yorum Gönder

Küfür de edebilirsin, serbest.