Nisan 27, 2014

Little Brother Watching You And Masturbating Himself!

Semih S.
Facebook: 32 profil fotoğrafı, 522 arkadaş
Twitter: 1622 tweet, 185 takip edilen, 163 takipçi
Instagram: 63 fotoğraf, 130 takip edilen, 88 takipçi
Foursquare: 870 check-in, 320 arkadaş
Semih S., cuma gecesini evde geçiriyor olmanın sinir bozukluğunu hala atamamışken, dışarı çıkacağı (yegane) arkadaşı Burak Y.'nin 'Kanka kuzenler, akrabalar filan çıkacağız, söz verdim valla.' bahanesinden sonra, az önce Bağdat Caddesi'nde check-in yapmış olduğunu görmesiyle iyice çıldırdı. Esasen asıl çıldırış sebebi, check-in'deki w/ Buse S., Hatice Y.'nin varlığıydı. Görür görmez, "Orospu çocuğuuu..." diye söylendi bilgisayar başından. Bilgisayar başında, açık olan pencerelerde Facebook, Twitter ve Foursquare açıktı; hepsine tek tek bakıp durduğu sırada eli telefonuna gitti ve şimdilik bilgisayarı bırakıp cep telefonundan Instagram'a girdi. Henüz fotoğraflar açılmamışken, aklına sabahki notları geldi, Instagram'dan çıkıp, telefonunun not defteri bölümünü açtı, diğer taraftan da bilgisayarında Facebook sekmesine gelip, arama bölümüne, not defterinde yazılı olan isim-soyisim'leri tek tek aratmaya başladı. İlk isim Emine E. idi, ilk çıkan sonuçlarda aradığı kişiye rastlamadı ve ikinci isim Hale K.'yı aratmaya başladı. Normal şartlarda, ilk aramada çıkmasa bile, Twitter ve Google seçeneklerini de kullanırdı Semih S., ama Emine ismine karşı, Fatma, Hatice, Nebahat vb. isimlerde olduğu gibi ön yargıları vardı, Mesela bir Ece'yi saatlerce arayabilirdi. Hale K. için en üstte beliren ilk sonuçta, 2 ortak arkadaşlı birisi vardı, doğru Hale K. olup-olmadığından emin değildi, ortak arkadaşlarından birisi Melis P.'ydi...
Melis P.
Facebook: 227 profil fotoğrafı, 2472 arkadaş
Twitter: 466 tweet, 72 takip edilen, 657 takipçi
Instagram: 337 fotoğraf, 63 takip edilen, 3253 takipçi
Foursquare: 433 check-in, 720 arkadaş
'Şu orospuyu bi kere siksem...' diye içinden geçiriyordu fotoğraflarına tek tek bakarken. 'Kaşar...' O sıra Hale K.'ya arkadaşlık isteği gönderdi, bu kaşarla arkadaş olması kafiydi eklemek için. 'Amına koduğumun kaşarı ya...' 3 fotoğrafını beğenip, sayfayı kapattı.
Canı sıkıldı, Burak Y.'nin altına 'Yine mi güzeliz, yine mi çiçek :))' yazarak az önce eklediği masa üstü fotoğrafını görünce tekrar sinirlendi. Burak Y.'nin check-in yaptığı mekana bile gitmeyi düşündü, siktir etti; yarınki toplantının varlığıyla içini rahatlatmaya çalıştı, işe yaradı. Toplantı önemliydi.
Semih S., Colgate Palmolive şirketinde, bir bayi çalışanıydı. Bayinin sahip olduğu müşterilere (marketlere, süpermarketlere, bakkalara...) ürün satıyor, süpermarketlerin reyonlarının düzenine bakıyor, yeni müşteriler ayarlamaya çalışıyordu. Bir tanıdık vasıtasıyla girdiği bu işte, bir tanıdık vasıtasıyla yükselme peşindeydi ve bu nedenle yarınki toplantı önemliydi. Bayi çalışanları, bayi müdürleri, koordinatörler; bölge müdürünün bir kaç ayda bir yapıyor olduğu toplantının sonuncusu için, bölge müdürünün isteğiyle yarın toplanıyorlardı.
Son isim Gülnur A.'dan da sonuç elde edemedi. Semih S. bu isimlere ürün bıraktığı süpermarketlerdeki kadın çalışanların, göğüslerine taktıkları isimlikleri sayesinde ulaşıyordu. Aynı yerde çalışan iki kişiyi aynı gece eklemiyor, önce aralarında en çok beğendiğini ekliyor, diğerlerini ise bir kaç gün sonraya bırakıyordu. Hepsi değilse de genelde arkadaşlık isteği kabul ediliyordu; önce Facebook'taki bir kaç fotoğrafı beğeniyor, daha sonra Foursquare'den check-inleri beğeniyor, sonra..., sonrası bir şekilde geliyordu işte.
Annesinin, odanın kapısına gelip, 'Hayret sen nasıl oldu da evdesin cuma akşamı...' demesi zoruna gitti, 'Yarın sabah toplantım var...' diye kestirip attı, 'İyi iyi, hadi bakalım...' deyip salona doğru geçti annesi, Semih S. ise sigarasını, çakmağını alıp balkona çıktı. Bir taraftan Foursquare'den insanların check-inlerini beğenirken, sigarasını tüttürüyordu. Check-inler bitti, o da Instagram'a girdi bu sefer, çift tıklaya tıklaya aşağı iniyordu...

Şimdi burada hikayeyi donduralım...

Mesela diye başlayarak şunu düşünmenizi istiyorum, dış kapınızdaki dışarıyı gözlemenizi sağlayan o mercek, bildiğiniz gibi sadece içeriden dikizlemeye müsaittir, dışarıdan bakan birisi o mercekten içeriyi göremez, tek taraflı bir seyirdir bu. İşte bana öyle geliyor ki, teknolojinin sırtladığı 21. yüzyıl, bütün evlerin kapısında bulunan o merceğin ters takıldığı bir yüzyıl olarak kendine yer buldu. Biz evin içindeyiz ve dışarıdaki herhangi biri, oradan geçen biri, bir yabancı bizim hayatımıza, yaşayımıza tanık olma hakkına sahip artık ve biz onun kim olduğunu bile, o istemediği sürece bilemeyiz. Başta çok sınırlandırıcı, faşizan, kişiyi aşağılayan bir uygulama gibi gözüküyor, ama her şeyin bir adaptasyondan ibaret olduğu da görülebiliyor. Bir kimseyle, bir odada yaptığınız bir sevişmeyi düşünelim bu sefer de; bunun canlı ya da video kaydı olarak tanıdığınız/tanımadığınız insanlara servis edileceği düşüncesi önce sizi şok eder. Mahrem, gizlilik, ayıp, ahlaksızlık, aile gibi bir yığın norm aklınıza gelir ve sizi korkutur. Sonraysa, aslında bu video ile 'Sevişebiliyor olduğunuzu, güzel bir kadınla sevişebiliyor olduğunuzu; bunun sizi cazip kılabileceğini, güzel kadınlar tarafından tercih edilebilir olduğunuzu, iyi seviştiğinizi, vb...' önermelerini de verebileceğini fark edersiniz ve teşhir olmak ile teşhir etmek arasında sadece çok çok ince bir çizginin varlığıyla yüzleşirsiniz.
Evet, 21. yüzyıl kişiye, olmak istemediği bir insanı olma zorunluluğuna gark edebildiği gibi, olmadığı bir insanmış gibi davranmasına da olanak tanıyor. Ve esasen bu ikisi görünümde aynı şeyler...

Hikayemiz devam edebilir...

Semih S., sabah uyandı, tıraş oldu, yüzünü yıkadı, dişini fırçaladı, üstünü giyindi, kendisi için toplanmamış, masada bırakılan kahvaltı sofrasında bir kaç dakika zaman geçirdi... Sıkıntısız bir sabahtı işte, birazdan çıkabilirdi evden, o sıra ossurdu. Evet, gaz çıkardı, bildiğin. İçi bir garip oldu; midesini bozulduğunu, üşütmüş olabileceğini ve ishal olmuş olacağını tahmin ediyorken, sanki bir şeylerin de gazla birlikte kaçtığını hissetti. Önemsemedi, çıktı evden, dolmuşa bindi, ücreti ödedi, koltuğa oturdu ve götünde hafif bir ıslaklık hissetti... Aynı anda içinden 'Hay anasını,bacısını, avradını, zürriyetini, gelmişini, geçmişini...' diye süregiden ve duracağa ve bir yere bağlanacağı da belli olmayan bir sayıklamaya tutuldu. Bir kaç saniyelik bir sinir, alnındaki damarların bile belirginleşmesine neden oldu. Götü pis olsun, çok önemli değildi sanki de, kokuyor mu? O almıyordu da, ya kokuyorsa? Etrafına bakındı, yanındaki adama, adamın surat ifadesine baktı, dolmuştan inene kadar, her saniyesini bir ceylan gibi insanların yüz ifadelerini dikizlemekle geçirdi. Dolmuştan inince, merkez ofisin hemen yanındaki bakkala uğrayıp ıslak mendil aldı, deodorant var mı diye sordu, yoktu. Neyse, çok önemsemedi deodorantın yokluğunu. Toplantı salonu, kapısının önü kısaca merkez ofis olması gerektiği gibi epey kalabalıktı, tuvalete gitmeden önce tanıdıklarıyla selamlaştı, kendisini işe sokmuş olan Mustafa K. ağbeyinin halini hatrını sordu ve tuvalete girdi, kapıyı kilitledi.
Pantolonunu, donuyla birlikte dizine kadar indirdi. Donundaki ufak, açık kahverengi pisliği gördü, 'Ananı, avradını, varlığını sikeyim be...' Islak mendili açtı, içinden aldığı mendille boku aldı, klozete attı, ardından bir ıslak mendille boku aldığı kısmı tekrar sildi, ardından bir ıslak mendille, ardından bir ıslak mendille daha... Pisliği götüne de yayıldığını düşünüp, bir ıslak mendille de götünü temizledi, o sıra lavabonun aynasından o haline gözü çarptı, birinin kendisini bu şekilde görebileceğini düşündü, sonra kapıyı kilitleyip-kilitlemediği aklından uçup gitti, kilitlemek için tekrar kapıya yöneldi, kilitlemiş olduğunu fark etti. Oldu gibi sanki, diye içinden geçirdiği sırada donunun sildiği kısmını iki parmağıyla sürttü ve parmağını burnuna götürdü, hala kokuyordu. Donu da sırılsıklam olmuştu, bu sefer tuvalet kağıdıyla donunu kurulamaya yeltendi, tuvalet kağıdı sildikçe, nemli dona kağıt parçaları bırakıyordu, sonra bıraktığı parçaları eliyle almak zorunda kalıyor ve her eli donuna değdiğinde elini burnuna götürmek isteği duyuyordu. İçeride epey uzun süre kalmış olduğunu fark edince, olduğu kadar artık diye düşünüp, sifonu çekip, elini normalden beş-on kat daha uzun bir süre yıkayıp dışarı çıktı ve herkesin toplantı salonuna geçmiş olduğunu fark edince biraz da aceleci davrandı, bu acelecilik esnasında bağırsaklarının harekete geçmiş olduğunu fark etti ve aynı anda kendisini iyice sıktı. Hemen duracağa benzemeyen bu hareketlilik yüzünden, yürümesini yavaşlattı ve kendini bir sıkıp, bir bırakarak toplantı salonuna oturması gereken yere geçti, o otururken Mustafa abisi, 'Ne yapıyorsun amk tuvalette saatlerdir?' der gibi suratına baktı Semih S.'nin, aldırmadı, oturduğu yerde kendini sıkıp-bırakmaya devam ediyordu.
Bir kaç dakika sonra bölge müdürü salona girdi ve akabinde de direkt konuya girerek toplantıyı başlattı. Bünyelerine yeni kattıkları markalardan ve ürünlerden, bu ürünlerin satışına öncelik tanınmasından ve bunun raporlanmasına dikkat edilmesi gerektiğinden bahsederek konuya girdi... Aynı sıralarda Semih S., bölge müdürüyle en azından görsel bir yakınlık ve tanınırlık kurmak amacıyla kendisini yavaş yavaş sıkmayı bıraktı ve göz teması kurarak dinlemeye başladı. Dikdörtgen bir masaya konuşlanılmış bu toplantıda, uzunlamasına karşılıklı 12 kişi oturmakta ve Semih S.'ye göre sağ başta bu 24 kişiyi sağına ve soluna almış olarak konuşmasını sürdürmekteydi bölge müdürü İsmail S., bu 24 kişinin haricinde, masaya tam sığılmadığından oval şekilde sıralanmış 7 kişi de masanın sol baş kısmına konuşlanmıştı. Semih S. İsmail K.'nın sol tarafında, Mustafa abisinin ardından 5. sırada olarak konum almıştı.
İsmail K.
Facebook: 2 profil fotoğrafı, 88 arkadaş
Twitter: Yok.
Foursquare: Yok.
Instagram: Yok.
Bölge müdür İsmail K., satışların önceki yıllarla olan istatistiklerinden bahsederken, Semih S., kendisini sessizce gaz çıkarıyor olmanın keyfini tadacakken yakaladı, aklı başına gelip, kendini sıktığında geç kalmıştı bile. Götündeki ıslaklığı hissettiği anda, başına ve kulağına bir yangın misali sıcaklık vurdu anında. Toplantıyı bırakamazdı, ama ya kokarsa? Kokarsa bu başına daha büyük bela olurdu... Yavaş yavaş sandalyesini geriye iterken, Mustafa K. ona doğru dönüp, 'Napıyon amk salağı, napıyon!' diyordu bakışlarıyla, Semih S. yavaşça ayağa kalktığında bütün bakışların kendisine toplandığını, hatta İsmail K.'nın konuşmasına yarıda kesip kendisine yöneldiğini fark etti, 'Çok özür dilerim, ufak bir mide rahatsızlığım var da, izninizle lavaboya gitmek zorundayım, çok özür dilerim...' der demez, kapıya yöneldi hızlıca, odadan çıktığından başındaki ve kulağındaki yangına sanki birisi su dökmüştü. Tuvalete girip, kapıyı kitlediğinde ıslak mendillerin hepsini ilk girdiğinde bitirmiş olduğu gerçeğini hatırladı, buradan aşşağı inip, tekrar ıslak mendil alıp gelmeyi çok meşakatli buldu, tekrar aynı işlemleri bu sefer tuvalet kağıdıyla yaptı. Tuvalet kağıdına sıvı sabun dökerek, donunu köpürttü, sonra kurulamaya çalıştı, iyi gibiydi ama donu epey ıslaktı bu sefer. Donunu çıkarıp atsa? Öyle de olmaz ki... Koku acaba sinmiş olabilir mi diye içi içini yiyordu her saniye, o sıra lavabonun altındaki dolaba gözü çarptı, içini açınca istiflenmiş tuvalet kağıdı ve oda spreyini gördü. Oda spreyi fikri aklına yattı, apış arasına bir kaç fıs oda spreyi sıktı, sonra içi rahat etmeyince 2-3 fıs da donuna sıktı, tam spreyi bırakacakken son bir fıs daha sıkıp öyle bıraktı. Sifonu çekti, elini yıkadı, kilidi açtı, odaya girdi, yerine oturdu, otururken ancak yanındakilerin duyabileceği, uzaktakilerin söylendiğini sanacağı bir ses tonuyla tekrar özür diledi.
Kendisini sıkıp-bırakmayı, İsmail K. sözü bayiliklere, 'İstek, şikayet, önerileriniz...' maksadıyla bıraktığı sırada yavaşlatıp, bıraktı, şu ana kadar geçen sürede aklını asıl kurcalayan şey, bok kokusundan ziyade oda spreyi kokusunu herkesin almış olduğunu fark etmiş olmasıydı, çünkü kendisi de hala alıyordu bu kokuyu ve nasıl bir salaklık yapmış olduğunu algılayışı kulaklarının kızarmasına ve sıcaklağına kömürle harlatmaya katkı sağlıyordu. Şimdi ise, konuşanları dinliyor, rahatladığını hissediyordu, masada oturan, daha önce karşılaşmadığı bir kaç kadını da gözüne kestirmişti, isimlerini öğrenmesi gerekiyordu. O sıra yine bağırsaklarını hissetti, bu sefer hızlı davrandı ve kendini sıkarak durumu kurtardı. Bu nasıl ishaldi böyle, su gibi akıyor ya, altı üstü 2 saat balkonda durduk, gece üstüm mü açıktı acaba... diye giden düşünceleri de kendisine bu sıkıp-bırakmalarda eşlik ediyordu. Sıkıp-bırakmakla önüne geçemediğini, sadece yavaşlattığını fark etmesi çok zaman almadı, yavaş da olsa çıkışa doğru yaklaşabildiklerini hissetti, daha sert sıkmaya başladığı sırada, sol yanındaki bayi müdürünün konuştuğunun farkında bile değildi. O sıra, 'Semih bey... Semih bey... Siz iyi görünmüyorsunuz, isterseniz bu seferlik bir istirahata çekilin...' dediğini duydu İsmail K.'nın. Buradan gitmeyi çok istiyordu, evine gidip klozetten kalkmamak çok istiyordu, hele şu an için her şeyden çok istiyordu, ama bu şekilde gidemezdi. Hele 'git' denmişse, kesinlikle gidemezdi; bu böyleydi işte, gidemezdi. 'Çok özür dilerim, sabah bu ağrıyla uyandım, şimdi de bastırıyor, ama önemi yok, bir yüzümü yıkayıp geleyim, özür dilerim gerçekten...' derken kapıya yaklaşmıştı bile, söylenenleri pek duymuyordu, kalkarken gidecek yer bulan boklar yine dona dayanmıştı, yürüyüşünün dikkat çekmesini istemediğinden, yürüyüşünü dikkatli yapmak istiyordu ama bu da dikkat çekmesine neden oluyordu, kapıdan çıkıp, tekrar tuvaletin yolunu tuttu, 'Anasını avradını sikeyim, orospu çocuğu, toplantısının amınakoyayım, ishalini bokunu sikeyim, ceddinin amınakoyim, bugüne toplantı koyanın anasının amına koyayım...' ...
Bu sefer acele etme gereği duymadı, donunu indirip klozete oturdu, rahatlamaya başladı. O sıra aklına ilkokul 2. sınıfta sınıftayken altına kaçırdığı geldi. Gülümsedi, anının bu kadar net olmasına şaşırdı. 5. sınıfın tenefüsünde pisuvara işerken, gaz çıkarmak istemiş ve anında dışarı fırlayan boku götünde hissetmişti. Boku temizlemek, izin alıp eve gitmek, okuldan kaçmak yerine, pantolonunu hiçbir şey olmamış gibi iliklemiş ve son dersin hızlıca biteceğini ve kimsenin çakmayacağını düşünerek eve gidebileceğini varsaymıştı. Sıraya oturduğu anda götüne yayılan bokun büyüklüğü, bir anda gözlerinin dolmasına neden olmuş ama kendisini sıkmış ve yaş akmasına izin vermemişti. Ders bittiği anda eve doğru koşmaya başlamış, servisle gidiyor olmasını bilmesine rağmen, servise binmeyi istemeden koşmuştu. Evi, okula yürüyerek 200-300 metre kadar uzaklıktaydı fakat aralarında, trafiğin yoğun olduğu genişçe bir ana cadde olduğundan ailesi onu servise vermiş ve haliyle servis de ilk olarak onu evine bırakıyor olduğundan yolun 150. metresinde filan, servis onun yanına yaklaşmış ve durmuş, servisteki Şule ablası, onu servise bindirmiş, hiçkimseyle konuşmadan kendisini sıkmaya devam eden Semih S., servisten inip, bu sefer kendini daha fazla tutamayıp ağlayarak apartmanına doğru koşmaya başlamıştı. Apartmanın dış kapısı açık olmasına rağmen, aşşağıdan zile başmış; annesinin bu saatte ondan başkasının eve gelmeyeceğini bildiğinden direkt otomata bastıktan sonra, kapıyı açıp tekrar yarım kalan işine devam edeceğinden Semih S., eve girip pantolonumdan kurtulabileceğini düşünmüştü. Beklediği gibi de olmuş, kapıyı açık, annesini içeride otururken bulmuş, direkt banyoya gidip pantolonunu donuyla çıkarıp top gibi birbirlerine dolamış ve dolu olan kirli sepetinin üstündeki kıyafetleri dışarı çıkarıp en altına atmış ve üzerine diğer kıyafetleri tekrar yığmıştı, hatta sonradan gördüğü ve kirli sepetine atmamış olduğu çorabı da yerden alıp, sepete atmış, hafifçe götünü temizledikten hemen sonra, üstünü değiştirip, topunu alarak sokağa koşmuştu. Bunların tamamını birebir, kare kare hatırlıyordu. Ertesi sabah ütülü pantolonunu giyerken sanki bir gün önce hiçbir şey olmamış gibiydi, annesi en ufak bir şekilde bile bahsetmemişti bu durumdan. Bunu nasıl bu kadar net hatırlayabiliyordu ki? 8 yaşında yaşadığı bir olay ve o, kirli sepetine sonradan attığı çorabı bile hatırlıyordu? Nasıl?

Bir kez daha hikayemizi durdurmak istiyorum.

Doğduğunuz andan, ölümünüze kadar ki geçen sürede, her saniyenin birer fotoğraf karesi olarak arşivlendiğini düşünebilir misiniz? Hatta belki saniye başı 5 fotoğraf desek gerçeğe daha yakın olabilir hiçbir anı kaçırmamak açısından. Daha basit anlatımla, önünüze bir defter alıp, sayfalarına arka arkaya ve aynı konuma gelecek şekilde önce duran, sonra adım atıyor gibi gözüken bir adam resmi çizin, hatta Cin Ali diye tabir edebileceğim çöp adam resmi çizin. Bunu 100 sayfa boyunca sürdürün, ilk sayfaya duran Cin Ali, ikinci sayfaya adım atan, üçüncü sayfa duran, dördüncü adım atan... şeklinde. O defterin yapraklarını yukarıdan aşağı ya da aşağıdan yukarı hızlıca ve peşepeşe geçtiğiniz zaman duran ya da adım atan değil yürüyen bir çöp adamla karşılaştığınızı fark edeceksinizdir. Yani video ile, sinema ile, yani hayat ile karşılaşacaksınızdır. İşte hayatımız da bu işte, doğduğumuz andan itibaren arşivlenmeye başlanmış olan bir fotoğraf diyarı aslında. Bazı fotoğraflarımızı çok beğeniyoruz, hatta başkaları da beğeniyor, çok beğeni alıyor ve size anlattırtmak istiyorlar; siz de anlatıyorsunuz işte o çok beğeni alan fotoğrafın hikayesini, unutamıyorsunuz, unutamadığınız güzel bir albüme ait o fotoğrafın yeri. Bazı fotoğraflardan haberiniz bile yok, mesela uyurkenki hallerinizin fotoğraflarını hatırlamıyorsunuz bile, ya da dört-beş yaşına kadar ki olan o milyarlarca fotoğraftan haberiniz bile yok. Milyarlarca fotoğrafın ard arda dizildiği, trilyonlarca yapraklı koca bir defter kısaca ömrümüz. Bazen defterin herhangi bir sayfasını açıp bakıyoruz ve 'Aaa diyoruz, evet...' bazense hiçbir şeyi nasıl oluyor da hatırlayamadığımıza şaşırıyoruz, sanki biz yaşamadık onları. Ve yine aynı şekilde, üstteki Semih S.'ni örneğinde olduğu gibi hiç akla gelmeyecek bir anıyı, fotoğraf fotoğraf her karesini hatırlıyoruz, hiçbirini unutmamış olarak. Böyle bir örnek önümüzde durunca da insan, o milyarlarca fotoğrafı algılayacak, akılda tutacak ve unutmayacak bir belleğe neden sahip olamayacağını düşünmeden edemiyor...

Semih S. hala klozette oturuyor ve bir taraftan da arkadaşlık isteğini kabul eden Hale K.'nın fotoğraflarına bakıp, bir kaçını daha şimdiden beğeniyordu.

Hikayeye geri dönmekten vazgeçtim...

Nisan 23, 2014

Sen Kimsin? Sen O Musun?

Schopenhauer, insanın kaderinin tayinini 3 temele dayandırır; bir insanın ne olduğu, bir insanın neye sahip olduğu ve bir insanın neyin temsilcisi olduğu'dur bunlar.
İnsanın ne olduğu: Yani kişiliği, karakteri, güç-kuvvet, huy, zeka, yetişme şekli vb...
İnsanın neye sahip olduğu: Yani sahip olduğu mal ve mülk.
Ve insanın neyin temsilcisi olduğu: Yani o kişinin, başkalarının düşüncesine göre nasıl algılanıp, tanımlandığı. Saygınlığı, rübesi ve şanı...
Mert Bey'in hikayesini alatmaya, bu önbilgiyi vererek başlamayı doğru buldum, çünkü belki de Schopehauer'i hiç okumayan, belki de adını dahi duymayan Mert Bey'in 3. maddeyi ne kadar da yararlı bir şekilde içselleştirebildiğini görmenizi istiyorum.
Şimdi, yolun karşısından iki adam geldiğini düşünün. Bu adamlardan birinin savcı, diğerinin ise bir işsiz olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte karşıdan gelen adamların dış görünüşlerinden bahsetmek de gerekirse, birisi kesinlikte 'janti' tabirini kullanabileceğim fiyakada, üzerine 'cuk' oturmuş diyebileceğim fitlikte bir takım elbise giymiş ve kıravatıyla, ceketinin cebinden gözüken mendilinin renklerini  birbirine güzel uydurmuş, tozsuz ayakkabısı az önce bir ayakkabı boyacısına 20 lira kaptırdığını işaret eder temizlikte ve kahvaltıdan sonra berbere uğradığını iddia eden pembe, tüysüz elmacık kemiklerine sahip. Diğeri ise, paçaları iki kez katlanmış, hatta bazı zamanlar üç kere katlandığı paçadaki izlerden belli olan, kendisine iki beden büyük olduğunu, giydiği kemerin pantolonu toplaması sonrası dikişlerinin gelmesi gereken yerlerinin tutarsızlaşmasıyla fark ettiğimiz bir kadife pantolonun üzerine,  gömlek-baklava desenli üçgen yaka kombini yapmış ve eve gidince kazakla gömleği bile tek tek çıkarmaya üşendiğinden, gömleğin üstten 2 düğmesini açıp, kazakla birlikte çıkarıp, yine giymesi gerektiği zaman da gömleği hiç kazağın içinden çıkarmadan aynı anda ikisini birden giyen ve bu kolaycılık sonrası sünen kazağın bel kısmından gözüken bolluğuyla birlikte, lastik kısmı da bolardığı için aşşağı kısmı komple dalga dalga olan bir görüntü kirliliğiyle arzı endam etmekte; giyim sektörünü bedene bir estetik katmak yerine, vücudu kamufle etmek için kullanan bu insanoğlu, yüzü için de kendisinden bekleneni yapmakta ve saçları ile sakallarının uzadıkça yüzünü daha fazla kamufle edeceğini fark etmenin hazzını ve bu hazzı yaşamak için kılını kıpırdatmasının gerekmeyişinin tatminini aynı anda yaşıyor ve tın tın yürüyor.
Bu ikiliden takım elbiseli olan beyefendi, savcı olduğunu iddia etse, herhangi bir soru işareti belirir mi aklımızda? Gerçekten şüpheciliğimizi harekete geçirir mi bu beyan? Peki kadife pantolonlu beyefendi, böyle bir iddianın peşinde olsa, içimizden bir 'hastır lan!' çekmez miyiz? En azından bir kimlik görmek isteyecek kadar şüpheci davranmaz mıyız?
İşte Mert Bey, Schopenhauer okumamış olsa da, insanlarının ne olduğuna kişinin kendisinden ziyade, kişiyi izleyenlerin karar verebildiğini ve bu kararı manipüle etmenin de çok kolay olduğunu özümsemiş bir insan. Ve kendisi şu an her zamanki gibi, ütülü, vücudu için yapılmış olan kıyafetleri, günlük sakal tıraşı, bakımlı saçları ve günlük temizlenmiş ayakkabılarıyla hazırlığını tamamlamak üzereydi. O hazırlanadursun, biz ise sol görüşlü insanların neden eğitimci ve sanatçı olduğu konusunda bir beyin açma seansına başlayalım. Bunun cevabı sanıyorum gayet açık, kadife pantolonlu beyefendinin özgürlüğüne sahip olma lüksüdür. Kendisinin farkında, bu nedenle elalem ne der umursamayan, paranın köpeği olmamış, bu nedenle aza tamah edebilen, hayatını yaşayıp, hayatını sonlandıran, çevresindeki insanların hayatına karışmayı makul bulmayan, ufak bir yaşam. Herkesin heveslendiğini varsaydığım bir 70 yıl. Sağ görüşlü insanların ise, savcı, hakim, belediye başkanı, kamu yöneticisi, devlet adamı olmasına göz atalım bir de... Dış görünüş konusunda toplumun değer yargıların dışına çıkmayı doğru bulmayan bir gelenekçiliğe sahip, para kazanmanın, güç-makam-saygı da kazanmak olduğunun illüzyonu ile büyütülmüş, bu nedenle hep daha fazlasını isteyebilen, hayatı yaşarken kendine vatanperverlik-bayrak-din gibi kutsallar seçtiğinden çevresindeki herkesin yaşayışı hakkında söz söyleme yetkisini kendisinde görmeyi seçebilmiş bir yaşam. Dünyanın neden kaybetmeye mahkum olduğunu anladınız mı şimdi? Aydınlar diyebileceğimiz kesimin bencilliği ve umursamazlığını, bununla birlikte çok özür dileyerek söylüyorum sike sürülcek aklı olmayan insanların nasıl da büyük düşünüp toplumu domine ettiğini görebiliyor musunuz?
Belki de göremiyorsunuz... ama şu an Mert Bey'i görmenizi isterdim. Gerçekten yakışıklı, genç bir adam.  Evden çıkıp, gitmesi gereken yere gitmek için harekete geçti bile. Bazı ufak detayları unutmak insanın canını çıkar, mesela kapıyı kapatıp, asansör ile aşağı inerken,  tırnaklarını kesmeyi unuttuğunu fark etmek... Parfüm sıkmayı unuttuğunu algılamak... Geçen sefer cüzdanınızı yanınıza almadığınız ve farklı bir pantolon giydiğiniz için kimliğinizin şu an o pantolonuzun arka cebinde, yanınızdaki cüzdanın içinde olmadığını görmek... gibi. Mert Bey'inki, onun için çok da can sıkıcı olmayan bir unutuydu, parfüm sıkmayı unutmak.
Caddeye çıktı ve gideceği yerin güzergahında olmayan ama gitmesi gereken çakma parfümcüye doğru yol almaya başladı. Bazı insanlar vardır, jantiliği üzerlerinde sadece hafta sonları ya da bayramlarda filan taşıyabilecek kişiliktedirler, haftanın her günü, o yükü taşımayı göze alamazlar bile. Bu nedenle aynada, yansımalarda, camekanlarda gördükleri kişiye bir yabancıymış gibi ilgi duyarlar. Normalden daha fazla tuvalete giderler, en ufak bir yansımanın gözlemini yaparlar ve sürekli olarak bu yabacının diğer insanların ne kadar ilgisini çekiyor olduğuyla ilgilenip dururlar. Mert Bey elbette ki, janti doğmamışsa bile -ki doğmuş da olabilir-, janti olmuş bir insandır. Bakkala elbette eşortmanla gidilebilir ama aynaya bakılmayacak bir halde bulunmak için evde olmayı bahane etmek, hiçbir denklemde zaten makul değildir. Bu nedenle konu, 'onları ben de giysem...'den fazlasıdır.
Mert Bey'in, parfümcüye girip, istediği marka parfümün kokusunu sorup, eline aldığı parfümü önce eline sıkıp koklaması, ertesinde bütün vücuduna sıkıp, gerçekten bir şey deniyormuş gibi, bakışlarının boşlukta gezinen süreğenliğine satıcının da bir anlam vermesini algıladıktan sonra, 'cık'layıp ve 'Neyse, teşekkür ederim...' diyerek dışarı çıkmasının üzerinde çok durmayacağım.  Hatta hiç durmayacağım, çünkü şu an önünden geçtiği ve 100 metre öncesinde de bir benzerinin önünden geçtiği ve 100 metre sonra başka bir benzerinin önünden geçeceği butik marketlerin üzerinde durmak istiyorum. BİM, Şok, Dia, A101, UCZ... Carrefour Express, Migros Mjet; evet bir de bunlar var, dünyanın en büyük, en çok metrekareli mağazalarını açmaktan keyif alan, en büyük şirketler; aslında peynir, ekmek sattıklarını ve bunların günlük alındığını, günlük alınan bir ürün için insanların tatava yapmaya dev gibi avm'lere gelmiyeceğini geç de olsa anladılar ve hayatımıza butik market kavramını soktular, her şeyin butiği makbul farkındaysanız artık. Çünkü büyük paraları, büyük adamlar kazanıyor; küçük insanların, küçük paralarını kimin alacağı davası ise hala su götürür bir kavgayı beraberinde taşıyor gördüğünüz gibi. 'Küçük esnafı bitirdiler...' kısmında olmayı ise kendime zul addediyorum, keza elinde sigarası eksik olmayan, ufacık bakkalı da duman altı etmiş, dükkanındaki her ürünü sanki yıllardır el değmemiş gibi toz içinde olan bir bakkala girip, fiyatını sorduğum bir ürünün varlığından dahi haberdar olmadığı bakışlarından belli olan ve ürüne uzun uzun bakıp '5 lira!' diye sallayan bir kişiyi sırf küçük esnaf diye baş tacı etmeyeceğim, etmem de. Bütün bunlarla birlikte, satış stratejisini fakirin 1 lirasına göz dikerek ayarlayan; daha ucuz, en ucuz, çok ucuz, sudan ucuz taktiğiyle, kaliteyi, güzelliği, lezzeti komple kadro dışı bırakarak ve fakirin fakir kalmasından haz alarak, fakir parasıyla dev sermayeler yaratmanın çelişkisini görmezden gelerek oluşturulmuş imparatorluklar için söylenecek sözler de var...
Konuyu Starbucks'a nasıl getireceğimi, açık söyleyeyim bilmiyordum. Esasen konuyu Starbucks'a getireceğimi de bilmiyordum. Mert Bey'in sakince ilerleyerek, ortalama 10-15 kişiyi bulan alışveriş kuyruğuna girmeden geçmesiyle tuvalete gideceğini ben de tahmin ettim, lakin evden çıkmadan önce işediğini bildiğimden buna neden gerek duyduğunu anlayamadım. Şifreyi bilmiyor oluşuna aldırmayışındaki özgüveni görseniz gülümserdiniz, keza 15 kişilik kuyruğa haiz bir kafenin tuvaletinin boş olma ihtimalinin düşük olduğunu ve tam kapının önünde duruş pozisyonu alacağı sırada erkek tuvaletinin kapısının kilidinin oynamasıyla haklı çıkışını bir tek kendisi takdir edebiliyordu, bir de ben elbette. Starbucks'ları bilirsiniz; parayı verirsiniz, isminizi söylersiniz ve kasanın 3 metre kadar solunda isminize benzer bir ismin yazılı olduğu karton bardaktaki kahvenizi beklemeye başlar, o bekleme süresince de, birilerinin aldığı ama kimin aldığını kimsenin bilmediği Starbucks amblemli bardak ve termoslara bakar durursunuz, sonrasında kahvenizi alır yolunuza devam edersiniz... Mert Bey tam olarak böyle yapmadıysa da, bir yerde doğruyu yakaladığını söyleyebilirim. Tuvaletten çıktı, kasanın 3 metre yanındaki deskin orada çıkan ve bekleyen karton bardaklardaki kahvelerden birini aldı ve yoluna devam etti. Bir kişinin bile 'Acaba?' demediği, çok sıradan bir 'Kahvemi alıyorum, devam ediyorum...' anıydı diyebiliriz bu durum için. Starbucks amblemli bardaklara bakmayı abartmış birisi, bir dakika içinde gelip, kahvesinin çıkmadığını fişiyle kanıtlayacak ve rötarlı da olsa kahvesine kavuşacak ve bu yok olan kahvenin hesabı kimse tarafından kesinlikle sorgulanmayacak bile. Mert Bey, tarzı olmasa da karamelli bir lattenin ağzını tatlandıracağı konusunda iyi huylu bir iştaha sahipti kahvesinin ilk yudumunu dili yanarak almış olsa da. Bildiğiniz gibi karton bardakların, ağızlarını da kapattıklarından kahve geç soğuyor, hatta mübalağalı bir tabir de olsa soğumuyor diyedebiliriz. Bu hareketten yola çıkıp bir hırsızlık sorgulaması yapmamız ne kadar gerçekçi olur? Bu hareketin cezalandırma sisteminde nasıl bir bedeli olabilir? Adaletli olmadığını, makul olmadığını, toplum düzenini bozacağını biliyor olsam da, bu hareketi yapıyor olmanın cezayı bırak, ödüllendirilmesi gerektiğini düşünüyorum ister istemez. Bunu yapabiliyor olmayı ancak 'sanat' kelimesiyle açıklayabiliyorum ve saygı duymak zorunda hissediyorum. Evet, Mert Bey'i bir kazanan olarak tanımlamakta bir çekince görmüyorum ve her şeyin zıttıyla var olduğu bu dünyada, kazananın olduğu yerde kaybedenlerin de illaki olmak zorunda olduğunu ve bu kaybedenlerin, kaybedişlerine gerekçe olarak da kazanamayışlarını göstermek istiyorum biraz ahlaksızca olsa da...
Ve buradan Suç ve Ceza'nın baltalı katili Raskolnikov'un ahlak yasasına gidip, ufak bir seansa dahil olmayı kaçınılmaz bulduğumu, seansa başlayarak dillendirmek istiyorum. Bildiğiniz yada bilmediğiniz gibi Raskolnikov, bir kadını baltayla öldürüp, parasını almayı makul sayıyor. Raskolnikov bir cani değil; kadın yaşlı ve zengin, Raskolnikov genç ve fakir. Fakat Raskolnikov, konudan çok uzaklaşıp duruyor, birini öldürecek vasıfta olmadığıyla yüzleşiyor, fıtratında bunun olmadığını fark ediyor. Bu vasfı Napolyon'a atfediyor mesela, onun milyonlarca insan öldürmesinde beis görmüyor, bunun vicdan azabını ya da cezasını ona çektirmeyi bırak, böyle bir cezanın var olmadığını bile söylüyor. Ama bu vasfa sahip olmayıp, bunu çabalayana ise elinden gelen acıyı çektiriyor Raskolnikov ve kendisine de aynı cezayı ve acıyı uyguluyor. Balta, Raskolnikov ve Napolyon deyince sizin aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama benim aklıma bir Coen klasiği olan Fargo filmi geliyor. Tek derdi para olan, kendini Napolyon sanan, fakat Napolyon olmaktan çok uzak ve bunun bedelini ödeyecek bir adam. Napolyon olduğu her halinden belli olan, hobilerinden biri insan kanıyla karları kızıla boyamak olan bir üst insan ve bu üst insanın Raskolnikov'a selam çaktığı baltalı  müthiş sahnesi... Coen Kardeşler, belki de bu filmi yazarken, Suç ve Ceza referansı yaptıklarından haberdar bile değillerdi, ama gördüğünüz gibi ben yazımla onları, olduklarından daha fazla yücelttim. Ve aslında kendimi yücelttiğimi ve bunu, yanıma bir de tevazumu alarak yaptığımı hiçbiriniz anlamadınız...
Tesadüf bu ya, elindeki kahveyle D&R'a girip, kitap reyonlarını yavaşça gezen Mert Bey, az önce farkında değildi belki ama Suç ve Ceza'nın da önünden geçti ve kahvesini rafın üstüne bırakıp, yeni çıkanlardan bir kitabı kurcalamaya başladı. Birini bırakıp ötekisini alıyor, her kitaba ortalama 1-2 dakika vererek, daha fazlasını hak edip, etmediklerine karar veriyordu ve henüz hak edenine rastlamamıştı. Belanın sizi nerede ve ne zaman bulacağı kesinlikle belli olmaz. Bununla birlikte insanların üst-alt takıntısı vardır; zekanızla üstün geldiğiniz insanın, hürmet göstereni olduğu gibi bu zekayı yok etmek isteyeni de çoktur. Salt zeka üstünlüğü ile de açıklanmaz bu durum, ağzınıza gerek kalmayan üstünlükler de vardır dışavurulan, en güzel örnek içinse Mert Bey'e bakmanız yeterlidir. Kıskanarak, imrenerek ya da nefret ederek bakılabilir ancak Mert Bey'e. Ve yaşadığımız toplum gereği nefret eden sayısının fazlalığını bilmem, anlatmama gerek var mıdır?
Belanın sizi ne zaman ve nerede bulacağı belli olmaz dedik, Mert Bey'i de bela az önce, arkasından geçen 21-22 yaşlarındaki üç gençten birinin, bariz şekilde  söylediği 'Şeklini siktiğimin ibnesi...' cümlesine gizlenmiş vaziyette buldu, cümlenin ardından gelen kikirdemeyi geçiyorum elbette. Mert Bey, korkmadı, çekinmedi, esasen herhangi hiçbir duygusunu dışavurduğunu iddia edemem, döndü ve 'Bir şey mi dediniz?' diye sordu genç adama, bu sırada kitabı bırakıp, kahvesine uzanıyordu aynı zamanda. Bu kibarlıktan güç alan genç, 'Yaran mı var gocunuyon kardeş...' diyerek rezilce Mert Bey'in üzerine doğru yaklaştı. Mert Bey'in o bir kaç saniyelik bir an içinde kahvesinin kapağını açıp genç adamın suratını gelecek şekilde dökmesi ve kahvenin önce surata, sonra etrafa dağılması esnasında kirlenmekten imtina ettiği 1-2 saniyelik geri çekilmesiden sonra, yüksek ihtimalle ayakkabısını da kirletmek istemediğinden, ayakkabısının tabanıyla karşısında yüzünün yanıyor olduğu her haykırışından belli olan kişinin tam karnına gelecek şekilde sertçe yerleştirdi ve tekmenin etkisiyle sırt üstü yere düşen ve diğer iki arkadaşının tam olarak nereye gidip, nerede kaybolduğuna kimsenin yorum getiremeyeceği bu saniyelerin devamında Mert Bey, yerde yatan kişiye yaklaşarak son olarak ayakkabısının topuğunu, yerdekinin sağ bileğine doğru çok sertçe indirdi. Göz açıp kapayıncaya kadar diyebileceğimiz bir anda gerçekleşen bu olay sonrası, kitapçıların çalışanlarının araya girmesi ve o sıra yerde yatanın arkadaşlarının da sahneye girmesiyle açık söyleyeyim ortalık biraz şenlendi. Mert Bey, yine ifadesiz yüzünü bozmadan elini telefonuna attı ve telefonu görence 'Biz de adam çağırak lan!' diyen yancıların sesine cevap olarak sinirli bir ses tonuyla, 'Ne adamı gerizekalılar, polisi arıyorum, yaptıklarınızın bedelini ödemelisiniz.' dedi. Kitapçıda çalışanlardan birinin, eskaza 'Zaten çocuğu hastanelik eden sizsiniz...' demesi sonrası da, 'Ben avukatım beyefendi, bunlar da çocuk değil, erişkin insanlar, en azından ilk duruşmaya kadar hapiste tutmayı bilirim onları ve bu da yaptıklarının bedeli etmez bile...' şeklinde cümle kurması sonrası ortamdaki herkeste masumane bir 'Adam yapar valla...' duygusu oluştu birdenbire. Yerdeki arkadaşlarını kaldırmaya başarabilseler, buradan bir an önce uzaklaşmayı düşünen iki genç, sonunda arkadaşlarını da orada bırakıp topuklamayı makul buldular. Mert Bey çalan telefonuyla birlikte, iki gencin ardında kapıya doğru ilerlerken, kalabalığa 'Hemen geliyorum...' dedi ve kapıya çıktıktan sonra üzerine doğru gelen hoş bir kadınla karşılıklı sarıldı. 'Aaa iyi oldu, ben de bir kitaba bakıcaktım...' diyen kadına, 'Önce tuvalete gidelim mi canım, kitapçıda uzun zaman geçireceğimizi var sayıyorum...' diyerek istikameti başka yöne çevirdi ve ben, bu güzel çifti daha fazla takip etmek istemediğimden bulunduğum yerde durdum ve onlar da yavaşça kameranın odağında varlıklarını sürdürerek küçülmeye başladılar. Eğer gerçekten bir film çekiyor olsaydım, o kaçan iki genci Mert Bey'in peşinden baltayla kovalatmak için elimden gelen reaksiyonu gösterirdim, ama gördüğünüz gibi hikayemiz bitiyor ve şimdi birbirlerine sarılarak yürüyen bu iki güzel insanın kadrajımızdan çıkmadan, kadrajımızın onları bırakıp, yönünü başka hikayelere dönmesine izin verelim...

Nisan 19, 2014

Böyle Bir Gün İşte

İşe giderken, işten çıkıp direkt eve geleceğimin; mesainin bitmesine az bir vakit kaldığı zamandaysa eve gidip napacağım, nereye takılsam...'ın planlarını yaparken bulurum kendimi. Gece geç vakitlere kadar dışarılarda kalıp; az uyku, ertelenmiş ev işleri, ertelenmiş saç-sakal tıraşı ve ertelenmiş duşun birikmesine göz yumup ve biraz da sinirlenerek uykuya daldıktan sonra, ertesi sabah işe giderken,  işten sonra direkt eve geleceğimin planları tekrar hayat bulur ve... biliyorsunuz artık.
Ama bugün, işten çıkmış ve iki otobüsle varacağım evimin ilk otobüs ayağındayken, eve gidiyor olduğumu tahmin ediyordum. Cebimde 3-5 liralık bir bozuk para gürültüsünden başka bir şey yoktu, 10 liralık son kağıt paramı akbile yükletmiştim ve evin yolunu tutma halim beni zerrece rahatsız etmiyordu. Keza İstanbul'a yeni yerleşmiş sayılırdım (4 ay oldu), kendi başıma yaşadığım evime taşınmıştım (1 ay oldu), önce bilgisayar (5 ay oldu), 2 gün önce ise şu an kullandığım cep telefonunu almıştım kendime. Esasen cep telefonunun ödenmesi gereken 11 taksidinin dimdik duruyor olması, telefon aldım dememi komik gösteriyor olsa da, elimdeydi işte. Bütün bunların haricinde başta da söylediğim gibi hemen hemen her gün yaptığım gez-toz-tüket-takıl maratonumun varlığının da farkındaydım. Yani kazanıyordum ve harcıyordum. Bugünkü parasızlığım bir ajitasyon öğesi değildi, hesapsızlığın sonucuydu ve beni üzen bir durum kesinlikle değildi, bugün de evde takılıcaktım hepsi bu.
Anladığınızın farkındayım, evet, eve gidemiyordum. Daha dün gece birlikte 6-7 tane bira içtiğim Emre'nin, drek bizim oraya geç, ben de iş çıkışı geliyorum, orada konuşuruz mesajı geldi telefonuma otobüste ilerlerken. yok mok demedim, gitmek istiyordum:
'Ben de 5 kuruş yok lan ama?'
'Ben hallederim, sen geç.'
Eve gitmeyeceğim belli olmuştu. Mekan dediğimiz bar, daha doğrusu birane, evin yakınlarındaydı. Birane diyorum çünkü orada gerçekten bira içilirdi, menüsünde hahaha menüsünde demişim, menüsü yoktu ki, orası bir biraneydi ve eğer isterseniz viskinizi, vodkanızı dışarıdan getirebiliyordunuz. İçeri girdiğinizde garsonun sizden sipariş almak için masanıza geldiği değil, sizin garsonla tokalaşmak için onun ayağına gittiğiniz bir yerdi yani mekan. Ama biz buranın yenisiydik, ben zaten bu civara henüz taşınmıştım ve Emre de buraya ilk benle gelmişti dediğine göre, ama yavaştan ısınıyorduk, biz ısındıkça onlar da ısınıyordu, sıcak bir karşılama halini almıştı hoş geldiniz'leri... Evin yakınlarında dediğime de bakmayın, 6-7 bira sonrası yürümek ve temiz hava almanın keyfini çıkarmak amaçlı herhangi bir araca binmiyorduk ve eve yürüyebildiğimiz için yakındı diyorum, ama 1 saate yakın bir yürüme mesafesiydi sonuç olarak.
Yeni taşındığım evimi Emre bulmuştu. Onların bir alt sokağındaydı zaten, zaten İstanbul'a yeni geldiğim sıralarda, 'Kadıköy-Beşiktaş-Moda-Cihangir'de oturucam ben ya...' hayalleri kurarken, bana kahkahalarla gülen de Emre'ydi. Paramın neye yeteceğini biliyordu ve doğru evi bana göstermişti, ev güzeldi, mahalle de mahalle işte canım. Sadece işe gidip gelirken iki otobüse binmek zorundaydım ve bunu da söylemiştim zaten... Otobüs yolculukları uzun olunca, uyuyabiliyorsunuz, hele benim gibi az uyuyan, çok sürten biriyseniz, her seferinde uyuyabiliyorsunuz...
Gözümü açtığımda tam ineceğim durakta, durmak için yavaşlıyordu otobüs. Ama o sersemlikle bir aceleciliğe, henüz beyin hücrelerimin salyalarını silememiş olduğu, o bir kaç saniyenin aptallığıyla bir an önce kendimi dışarı atmaya çalıştım. Attım da... Yolun karşısına geçip, diğer otobüse binmek için harekete geçtiğim ve yeşil ışığı beklerken saate bakmak için elimi telefonu almak için cebime attığım... ve telefonun ön cebimde, arka cebimde, sonra tekrar ön ve arka cebimde, sonra göğsümde, kıçımda, her yerimde... O rezilce bütün vücudunu sırayla yoklama sahnesini bilirsiniz, yaşamışsınızdır eminim. Evet telefonum yoktu, ve yine evet %99.9 otobüste kalmıştı, telefon elimde uyuyakalmam, aceleyle inmem... Yanılma payı yok gibiydi. Otobüsün bundan sonra gideceği bir kaç durak vardı sadece, son durak bulunduğum yere yakın ama acelem olduğu da kesin, yani taksiye binmeliyim, ama cebimde 5 kuruş yok, sorun değil sonuçta mekana gideceğim ve Emre orada olacak, ona ödetirim, telefonu iki gün önce aldım ve ödemem gereken 1500 lira daha var... Bütün bunları düşünmem toplamda bir kaç saniyemi aldı ve bununla birlikte önümden geçen boş taksiyi ıslıkla durdurup, koşarak binebildim.
'Abi telefonu düşürmüşüm otobüste de, şu otobüslerin son durağına götürür müsün beni hızlıca?'
Çıkardı telefonunu verdi ve aramamı belki birinin açacağını söyledi, otobüsün en arkasında oturuyordum ve dediğim gibi son durağa az kaldığı için otobüste zaten 5-6 insan kalmıştı ve onlar da arka kısma pek yakın değildi, inerken gözüme çarpmıştı o boşluk, sersem halimle bile. Ama ben yine de durmadan aramaya başladım telefonu, sessiz modda olduğunu bilmeme rağmen arıyordum işte. Ezberimin ne kadar kötü olduğunu da 2 gün önce eski telefondaki rehberi, yenisine kaydederken fark etmiştim. Kendi numaram haricinde, sadece annemin ve ablamın numarası ezberimdeydi. Şu an Emre'ye bile ulaşma şansımın olmadığını fark etmiş olmamla birlikte, içimdeki his tamamen bindik bi alamete... kıvamını almaya başladı.
Bizle birlikte bir otobüste vardı durağa, ilk o sandım, içimdeki heyecan iç rahatlamasına döndü birden, bu bir kaç saniyelik bir olaydı aslında, otobüsün benim otobüsüm olmadığını anladığımdaysa, az önce sahip olduğum heyecanın daha fazlası ve azıcık da korku kapladı bu sefer bedenimi. Tekrar taksiye binip, biraz civarda dolaştık, yüzlerce metre uzaklarda park eden otobüslerde vardı ve hangisinin - ne olduğunu seçmek de o kadar kolay değildi. Bütün bunlarla birlikte hava yalnız başına değil, motivasyonumu da alarak kararmaya devam ediyordu. Taksiden tekrar inip bir kaç şoföre durumu anlattım, eğer telefonu şoför bulursa sıkıntı olmaz, plakasını bilmiyorsan dahi kalkış saati sayesinde şoförün kim olduğu bellidir, yarın sabah Beyaz Masa'yı ara yardım ederler, şimdi kapanmıştır dediler. Son seferiyse şoförün son durağa uğramadan direk eve gitme ihtimalinin olacağından filan da bahsettiler ve aslında benim cep telefonum da umurlarında bile değildi. Yine de içim hafif rahatlar gibi oldu. Tekrar taksici abinin telefonunu alıp, son kez denedim, çalıyordu, açan yoktu. Mekanı tarif ettim taksiciye, yola koyulduk. Şimdi içimde olan şey, kabullenmekti; ama bir taraftan da salak kafa diye kendi kafamı yumruklayasım da geliyordu içimden. Sanırım genel manada sakin biri olduğumdan çok dertli gözükmüyordum, dertli gözüksem ne değişecek ki diyebiliyordum kendi kendime, ama bu kafamı yumruklama hissimi bastırmıyordu. Bu arada taksimetre 47 lirayı gösteriyordu...
'Arkadaş içeride de, ondan alıp getiricem abi, bende nakit yok da şu an...'
Mekana girip, yine garsonlarla selamlaştım ilkin, bizimkini sordum, gelmedi dediler. Oysa gelmiş olması gerekirdi. Bir aksilik olmuş olabilir mi? Olabilir. Bu yüzden ne yapmıştır? Beni aramıştır. Nereden? Cep telefonumdan elbette. Yani... Mal gibi düşünmek diye bir tabir varsa, benim öylece durduğum birkaç dakika için ancak bu tabir kullanılabilirdi. Hiçbir karara varamadım tam olarak, ne yapmalıydım? Mekandan para istesem? Yapamam ki, daha ismimi bile bilecek samimiyete ulaşmamışız, ki bunu da 2 dakika önce anladım. Emre geldi mi diye sorduğumda anlamadılar, bizim çocuk var ya, benle gelen, şöyle böyle... deyince düştü jetonlar ki o jetona bile inanmadığımdan mekana kendim baktım ama zaten içeride toplasan 10 insan yoktu. İsteyemezdim, Emre'lerin evini biliyordum, zaten başka biri de yoktu bilebileceğim...
'Arkadaş yokmuş, eve gidelim de abi, oradan vereyim ben sana...'
'Kartta varsa, bankamatiğe çekeyim önce istersen?'
'Yok ya, evde var, uzatmayalım şimdi yolu...'
Son şansım Emre'nin evinde oluşuydu. Kartta da para yoktu ki zaten, para yoktu yani bugünlük. Cep telefonu da gitti, gitmesin ya, ulan gitmesin ya daha yeni aldık be! Taksimetre 66 lirayı gösteriyordu ben abi duralım dediğimde. Durduk, indim. Zaten Emre'nin adı soyadı yazıyordu zilde, basmadan önce bir kaç saniye bekledim. Bu bekleyişin açıklamasını psikologlar yapabilirler ancak, ben yapamadım. 10 saniye sonra bir daha, 15 saniye sonra bir daha, 30 saniye sonra basılı tutmaya başladım zile... Sonuç yoktu, tam ne yapıcam ulan ben şimdi diye düşünürken, aklıma çaresizce belki zilleri bozulmuştur fikri geldi, içimdeki korku ve yıkılmışlığın tamamen kaybolup, sevinç ve heyecanla dolması bu fikirden hemen hemen 1 saniye sonraydı. Herhangi bir zile bastım ben de, kapının açılması 5 saniye filan sürdü. Taksiciye dönüp, duymayacağını bilsem de hemen geliyorum abi dedim ve el işaretlerimle de ağzımdan çıkan cümleyi ifade etmeye çalıştım ama kızmaya başladığı belliydi, baya canı sıkılmıştı. Sanki cep telefonunu kaybetmiş şerefsize bak diye içimden söylenip, dışımdan gülümsedim apartmana girerken...
Napacağım lan ben şimdi? demek ve akla bir anda milyonlarca saçma fikrin hücum etmesi... Bunlar gerçekten garip tecrübelermiş. Kapı açılmayınca ve ben asansörle korkunç gerçeğe daha hızlı ulaşmamak için, merdivenleri yavaş yavaş adımlarken bu garip tecrübelere vakıf oluyordum bir bir... Napacağım lan ben şimdi?
Emre'nin başına bir şey geldi ya da gelmedi, cevabı cep telefonumun mesaj bölümünde muhtemelen. Ailesinin evde olup-olmaması da olası bir komşu ziyaretiyle açıklanabilir. Taksici abiye kimliğimi vermeyi teklif etsem, yok olmaz, bir de adamı nerden baksan 1 saattir tutuyorum. 70 lira taksi parası, cep telefonu da gitti, gitsin ya cep telefonu yeter ki eve gideyim artık, ama taksici abi... Aklıma hep, numaramı bırakmak geliyor, abi bu benim numaram yarın parayı getircem sana da, hayvan herif telefonun bile yok ki şu an ne numarası... Abi sen bana numaranı ver, seni yarın söz arayacağım bak söz veriyorum... Hayır, bir de adama evde para var, bankamatiği boşver, yolu uzatmayalım falan da dedik... Abi valla ödeyeceğim, ben öyle biri değilim ya... Olmaz ki böyle, böyle olmaz yani bu iş...
Zemin kata geldim bile, kapıyı açıp, taksiye doğru yürüyeceğim ya da hiç dışarı çıkmayacağım ya da kapıyı açar açmaz kaçmaya başlayacağım... Napacağım lan ben şimdi? Bu soruyu cevaplayamadan, kapıyı açıp apartmandan dışarı çıktım ve taksiye doğru yürüdüm, kapıyı açıp içeri girdim. Oturdum...:
'Abi sen şu telefonunu bi daha versene, ben tekrar bi arayayım şunu...'